25 Nisan 2017 Salı

Kapılar


Kapılar…
Aç kapıyı bezirgân başı… Kapı hakkı ne alırsın, ne verirsin…
İçimde her daim ezgisini duyduğum o tekerleme ses bulurdu geçip gittiğim kapı önlerinde…
Üzerinde durmazdım bu sesin.
Garip bir çocukluk anısı olsa gerekti.
Çünkü kapıları pek sevmezdim ben.
 “Kapının önünden bir yere ayrılma!” tembihlerinden sinir olmuştum o sınırı belirleyen kapılara.
İlkokuldaki “Çık dışarı kapının önünde bekle!” cezalarıyla ergenliğin “Kapıma gelip yalvaracak!” çokbilmiş kızgınlıkları germişti aramızdaki ipleri.
Gençlik başımızda dumanken “Kapımda yatsa affetmem!” kırgınlıkları yok saydırmıştı varlıklarını.
Yetişkinliğe ilk adımdaki “Bu kapıdan bir kere çıkarsan bir daha giremezsin!” tehditleri ise yıkmıştı köprüleri.
“Bir kapı kapanır bir kapı açılır.” umudu da vardı arada ama bozuktu aramız işte.
Pek sevmezdim kapıları.
Kapının dışındaki yoldu benim sevdiğim.
Yollar benimdi, ben yolların.
Ben yollardaydım.
Yolları severdim ben.
Yollar da beni severdi bilirdim.
Ama o yollar hep kapılara taşırdı beni.
Her yolculuğumda bir kapı önündeydi verilen molalar.
Mola deyip geçiştirdiğim.
Elbet vardı yolun bir bildiği, bir bildirdiği…
Yol aldıkça açıldı yollar...
Yollar açıldıkça ise kapılar…
Derken yollarda kapıları sever oldum…
Açılanların sıcacık samimiyetini, açılmayanların soğuk öğretisini sevdim.
“Kapı hakkı ne alırsın, ne verirsin…”
Aldıklarıyla ve verdikleriyle sever oldum…
Her dokunduğum kapıda başka bir gizli kapısını araladım ruhumun.
Her kapımın ardında elimden tutup “kal” diye diretmeyen, cömert bir ben karşıladı beni.
O bana verdi, ben O’na.
Dışardakileri içeri verdim, içerdekileri dışarı aldım.
Aldıkça verdim, verdikçe aldım.
Görünmeyen ellerle yapılan bu bana has alışverişi sevdi ruhum.
Kapı önündeki bu gizli alışverişle zenginleşti benliğim.
Zihnimin ürünleri ise süsledi bu kapı sevgisini.
Her kapıya bir gerdanlık gibi dizdi “kimlere açıldı, kimlere kapandı” hayallerini.
Her kapının ardındaki hayata dair bir hikâyesi vardı artık aidiyetsiz ruhumun sessizce kendine anlattığı.
O her birinin rengi farklı, kokusu ayrı hikâyeleri kapı eşiklerinde kanatlarıma yükleyip taşıdım kapı kapı.
Sergüzeşt kelebek çalacak bir gün sizin de kapınızı ve girecek sizdeki kapısından…
Yol oldukça, yol aldıkça…
Dünya kanatlarımda…




11 Nisan 2017 Salı

Yolda Umut Var


Ufukta umut vardı…
Güneş kurşuni renklerini giyinmiş terk ediyordu yeryüzünü…
Hayaller vardı zincir vurulamayan, ele avuca sığmayan..
Güneş alınır mıydı ki avuca?!
Hayal o ya alınırdı.
Bir buseydi iş birliğinin teşekkürü.
Güneşten yanan avuç içine üfleyiş ise en gerçekçi yanıydı hayalin.
Böyle bişeydi inanmak…
Umutlu…
İstenen ama can yakan…
Güçtü inanmak…
Kendiliğine, kendine...
GÜÇtü inanmak…
En zayıf yanları onaran bir güç…
Tek yoldaştı inanmak…
Olmuş ve olacak her şeye rağmen, “rağmen”li cümleler kurabilmekti…
Umutlu bir yoldu inanmak...
Ben ki O’ndan başlamış bir yoldum yine O’na varacak.
Yol bendi, ben ise yol.
Yolu giden de bendim, gidilen yol da.
Her karşılaştığım kişide bulduğum bir “ben” vardı.
O’nun iyisi de bana dairdi kötüsü de.
Zordu başlarda anlamak.
Daha da zordu anladığını anlayışla karşılamak.
Yürüdüğüm yola inanmaktı, doğru yönü bulmak.
Böyle bişeydi inanmak…
Umutlu…
Yol alırken artık ufukta umut var.
Yolda umut var...

(“Yol insanların ufkunu açmaz, insanlar Yol’un önünü açar.” Konfüçyüs)